Tevafuklu Kur'an-ı Kerim
TEVAFUKLU KUR’AN-I KERİM
Tevafuk, iki şeyin güzel ve manalı bir şeklide birbirine denk gelmesi demektir. Kur’an’daki tevafuk denilince, başta Allah ve Rab isimleri olmak üzerek aynı kökten gelen kelimelerinin alt alta, karşı karşıya veya sırt sırta gelerek güzel ve manidar şekilde diziler oluşturması anlaşılır.
Tüm Kur’an’da bulunan 2806 aded Allah lafzı ve 846 aded Rab lafzı ile aynı kökten gelen kelimeler bütün sayfalarda çok kesretli bir şekilde tevafuk ediyorlar. Bu meseleyi Üstad Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’daki izahlarına dayanarak açıklamaya çalışalım.
TEVAFUKLU KUR’AN’IN YAZILIŞI
Kur’an’daki tevafukları ilk olarak keşfeden, büyük İslam alimi Üstad Bediüzzaman Hazretleridir. 1930’ların ortalarına gelindiğinde Bediüzzaman Hazretleri, bir gün Hafız Osman hattı ve ölçüsü ile yazılmış kendi Kur’an’ını okurken, Allah lafızlarının alt alta geldiğini fark eder. Yaptığı inceleme sonunda bu tevafukların hemen bütün sayfalarda bulunduğunu ve Kur’an’da geçen 2806 aded Allah lafızının çoklukla birbiri üstüne denk gelerek tevafuk ettiğini görür. Yalnız, bu Mushafta tevafuktan bazı kaymalar ve bir derece intizamsızlıklar bulunduğunu da görmüş ve şöyle demiştir:
“Kardeşlerimle (Hafız Osman tarzı) üç dört ayrı ayrı nüshaları karşılaştırdık. Hepsinde tevafuk matlub olduğuna kanaatimiz geldi. Yalnız matbaa müstensihleri başka maksadları takip ettiklerinden bir derece tevafuklarda intizamsızlık düşmüş. Düzenlense pek nadir istisna ile Kur’ân’ın tamamında iki bin sekiz yüz altı 2806 Allah lafzının adedinde tevafuklar görünecektir. Ve bunda bir mucizelik ışığı parlıyor. Çünkü insan fikri bu pek geniş sahifeyi ihata edemez (kuşatamaz) ve karışamaz. Tesadüfün ise bu manalı ve hikmetli hâle eli ulaşamaz.” (Rumuzât-ı Semaniye, 63)
Bediüzzaman Hazretleri ve vekili Ahmed Hüsrev Efendi
Daha sonra Bediüzzaman Hazretleri, bu tevafukların düzenlenip renkli yazılarak tamamen görüneceği bir Kur’an yazdırmaya karar verir. Bu niyetini, Kur’an yazısını muhafaza etmek, Allah lafzının binde bir sırrına işaret edecek bir tarzı yazmak ve dikkatleri Kuran’ın yazısına çevirmek ve Kur’an hakikatlerine ehemmiyetle baktırmak olarak açıklar. (Rumuzat-ı Semaniye, 15)
İşte tevafukların tamamen intizama sokulması ve renklendirilerek görünür hale getirilmesi arzusu ile Kur’an yazısını bilen talebelerine, Hz. Üstad bu işi şöyle emreder:
“…(Beş merkezde) Her bir müstensihe (yazana) üçer cüz’ verilip yazılacaktır. Allah lafzının tam tevafuklarına işaret koymuşum. İstisna kalanlar ise …matbaanın ve yazanların satırlarda ve âyetlerin aralarındaki intizamsızlığından ve bu tevafukları his edememesinden mevcut tevafuku bozmuşlar. Öyleler ise sıraya girmeli. Hatta mümkün ise sahifede iki veya üç sıra ile muvazene takip edilsin.” (Rumuzât-ı Semaniye, 17)
Ayrıca Hz. Üstad, tevafukların gözle görünür hale gelmesi için renkli olarak yazılmasını da emreder:
“Mushafı üç nev’ mürekkeble, Allah lafzı kırmızı sâir tevafukat başka renkli mürekkeble âyetleri siyah mürekkeble yazdırmak emelindeyim.” (Rumuzât -ı Semaniye, 16)
Hüsrev Efendi’nin Tevafuklu Kur’an’ı Yazması
Tevafuklu Kur’an’ı yazma vazifesine başlayanlardan yalnız biri bunda muvaffak olabilmiştir. O da Bediüzzaman Hazretleri’nin en yakın talebelerinden olup kendisine “Risale-i Nur’un Kahramanı” ve “Risale-i Nur’un baş kâtibi” namlarını verdiği Ahmed Hüsrev Efendi’dir. Üstad Bediüzzaman, Hüsrev Efendi’nin bu muvaffakiyetini şöyle anlatır:
“Kur’anın gözle görülen bir nevi mucizelik parıltısını, beş-altı mushafta işaretler yaptım, Kur’an yazıları mükemmel olan kardeşlerime taksim ettim. Bunların içinde Kur’an yazısında Hüsrev onlara yetişemediği halde, birden bütün o kâtiblere ve Arabî hat muallimine üstün geldi. Ve Arabî hatta en mümtaz kardeşlerimizden on derece geçti. Umumen onlar tasdik edip: “Evet bizi geçti, biz ona yetişemiyoruz” dediler.” (Kastamonu Lahikası, 109)
Ahmed Hüsrev Efendi tevafuklu Kur’an’ı yazarken karşılaştığı ilâhî yardımlardan üstadına yazdığı bir mektubda şöyle bahseder:
“Allah ve Rab lafızlarının tevafukları ile kelime tevafuklarını muhafaza etmek suretiyle bir Kur’an-ı Kerim yazılmasını emir buyurduğunuz vakit, pek büyük bir sevinçle kaleme sarılmıştım. İlk yazdığım üç cüz’ün başlangıcında, o kadar zorlukla yazı yazıyordum ki, sevincimi ümitsizlik, şevkimi usanç doldurmuştu. Esasen Arabî yazımın hiç olmaması, ümitsizlik ve usancımı artırıyordu.
Sevgili Üstadım, bu hal çok devam etmedi. İlk günlerde sabahtan akşama kadar çalıştığım halde, beş veya altı sahife yazı yazabilmek, benim için büyük bir muvaffakıyet iken, Kur’an-ı Azîm-ül Bürhan’ın yardımı imdadıma yetişti. Zorlukların yerini sürur, üzüntünün yerini sevinç kapladı. Bazı günler kalemi elimden bırakmamak için, namaz vaktinin uzamasını veyahut gurubun olmamasını temenni ediyordum. Bazen olurdu, sabahlara kadar yazı yazmak isterdim. Bazan olur, yazılması gayet güç sahifelerde, Kur’an’dan meded isterdim. Gayet kolaylıkla, o sahifeyi yazmaya muvaffak olurdum. Bazen en kolay yazılacak sahifelerde, istimdadı bırakırdım. Elimde kalem güya yazı yazmakta acizlik gösterirdi. Hattâ bazen yanlış yazarak sahifeleri değiştirdiğim olurdu.
Bu kadar yardımlar arasında, Arabî yazımın şeklinin değişmekte olduğunu gördüm. Birinci defaki yazdığım yazılarımla son yazdığım yazılarımı karşılaştırdığım vakit, böyle çapraşık bir yazı ile nasıl olur da dilâver bir pehlivan gibi ortaya atıldığımı düşünerek evvelce çok me’yus oldum. Sonra da sevincimden mesrurane şükürler ettim.
Kur’an’da mevcud tevafukatı ile beraber yazan Hâfız Ali, Hoca Sabri, Hâfız Zühdü gibi kardeşlerimin yazdıklarını gördükçe, şevkim artıyordu. Ümidin üzerinde bir ilerleme gördüm. Bu esnalardaki ilâhî yardımların bir kısmı kalbe doğuyordu. Bir kısmı da maişetimle alakalı idi. Bir kısmı da yazı yazarken vuku buluyordu. Meselâ son bir hâdiseyi arz edeceğim. Şöyle ki:
En son yazdığım Sure-i Tevbe’nin 197. sahifesinde altı Allah lafzı mevcud. Zihnimde sahifenin yazılacak şeklini hazırladım. سَيَرْحَمُهُمُ اللهُ اِنَّ اللهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ âyet-i celilesindeki iki tane Allah lafzı tevafuk harici kalmak suretiyle yazmaya başladım. Ne zaman ki فَماَ كَانَ اللهُ daki Allah lafzını yazdım. Düşündüm ki, istediğim gibi olmayacak, öyle ise üçü bir, ikisi bir tevafuk olsun dedim. Ben tevafuk edecek Allah lafzına yaklaştıkça, Allah lafızları tevafuktan uzaklaşıyorlardı. Bir türlü arzu ettiğim şekilde muvaffak olamadım. En nihayet şimdiki vaziyet vücuda geldi. Sahifeyi değiştirmek istedim. Baktım bu sahife ihtiyarımı dinlememişti.
Bunda bir maksad ve bir gaye olacağını hatırlayarak, sahifeyi yırtmadım. 198’inci sahifeyi yazdıktan sonra, dikkat ettim. 197’nci sahifede tevafuk harici bir satırdaki iki Allah lafzı 198’inci sahifede aynı satır üzerindeki iki Allah lafzı ile üst üste geldiğini ve diğerinin 199’uncu sahifede pek cüz’î bir kayma ile (belki yarım santim kadardır) diğer bir Allah lafzının üstünde olduğunu gördüm.
اَلْحَمْدُ للهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى diyerek, Cenab-ı Hakk’ın benim gibi hasta ve pek çok günah ve kusurlu bir kulunu böyle kudsî bir hizmette istihdam ettirdiğinden dolayı, nihayetsiz sürura müstağrak oldum (daldım).
Bu ilahî yardım ve muvaffakıyetler, fazilet ve şerefte her şeyin üstünde olan, susmaz ve susturulmaz bir ses, bol feyizler dağıtan bir ışık ve çok nurlu bir azametle, yirmi sekiz bin âleme imamlık eden, ders veren o Furkan-ı Ezelî’nin (Kur’an’ın) hadsiz kerametlerinden bir kerameti ve nihayetsiz mucizelerinden kıvılcım-misal küçük bir parıltısı idi.” (Barla Lahikası, 292)
Pek çok ilahî ikram ve yardımlar altında ve büyük manevî feyizler içerisinde yazdığı ilk tevafuklu Kur’an nüshasını Bediüzzaman Hazretlerine takdim ederken Hüsrev Efendi gayet samimi ve ulvî duygularını şöyle ifade ediyordu:
“Kur’an-ı Azîmüşşan’ın kerametleri ile ve Cenab-ı Vâcib-ül Vücud Hazretlerinin müsaade ve lütufları sayesinde ve yine onların rızası uğrunda, ümmet-i Muhammed (asm) için vasıta olup yazdırılan bu Kur’an-ı Kerim’i size takdim ederken; fakir talebeniz size ciddî bir talebe, hakikî bir kardeş, muti’ (itaatkâr) bir evlâd ve Peygamber-i Zîşan Efendimiz hazretlerine ümmet ve Hallak-ı Kerim’e de kemter (âciz-fakir) bir kul olabilmek dilekleri ile el ve eteklerinizden kemal-i ta’zim ve hürmetle öperim Efendim Hazretleri. Fakir Talebeniz Ahmed Hüsrev” (Barla Lahikası, 293)
Bundan sonra Ahmed Hüsrev Efendi, bir yandan bir matbaa gibi Risale-i Nur’ları kendi el yazısı ile çoğaltırken bir yandan da Tevafuklu Kur’an’ı yazmaya devam etti. Kırk yıl süren bir çalışmanın sonunda 1970’li yıllara gelindiğinde dokuzuncu Tevafuklu Kur’an nüshasında tevafuklar en mükemmel şekline kavuştu.
Bu son nüshada, bütün Allah ve Rab lafızları ve her sayfada aynı kökten gelen kelimelerin tevafukları, göze gayet hoş görünen ve ilâhî bir iradenin üzerlerindeki tecellisini gösteren latif sıralar halinde ortaya çıktılar. Bediüzzaman Hazretleri bu tevafukların insan iradesinin veya tesadüfün eseri olmadığın şöyle vurgulamıştır:
“İnsan fikri bu pek geniş sahifeyi ihata edemez ve karışamaz. Tesadüfün ise bu mâni’dar ve hikmetli vaziyete eli ulaşamaz.” (Rumuzat-ı Semaniye, 63)
Üstad Bediüzzaman, Hüsrev Efendi’nin tevafuklu Kur’an’ı yazmasından duyduğu memnuniyeti şu cümlelerle ifade etmiştir:
“Hüsrev’in kalemi, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın ve Risale-i Nur’un mucizevari kerametleri ve hârikalarıdır.” (Kastamonu Lahikası, 109)
“Ey Hüsrev! … Senin yazdığın mucizeli iki Kur’an-ı Azîmüşşan’ın bu havalide hususan Ramazan-ı Şerif’te sana kazandırdıkları sevabları ve tahsin ve tebriklerini, inşâallah yakında tab’a (baskıya) girmesiyle, âlem-i İslâm’dan senin ruhuna yağacak rahmet dualarını düşün, Allah’a şükreyle.” (Kastamonu Lâhikası, 200)
Bu Kur’an’ın İslam âlemine yayılıp okunmasıyla Kutubluk derecesinde manevi bir makam kazanacağı müjdesini (Bkz. Kastamonu Lahikası, 261) Hüsrev Efendi’ye veren Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Tevafuklu Kur’an’ın matbaalarda basılması hizmetinin Hüsrev Efendi’nin gözetimi altında olmasını ve bu hizmette diğer talebelerin ona destek olmalarını şöyle emreder:
“Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyanımızı tabedecek (basacak) sebebler var, maniler yok. Madem mübarek Hüsrev geldi; en birinci hak, bu mes’elede onundur. … Hüsrev’le beraber bu büyük ve ağır ve kıymetdar hizmet-i Kur’aniyeye kemal-i tesanüdle (tam bir dayanışma içinde) çalışmak lâzımdır.” (Kastamonu Lâhikası, 236)
LEVH-İ MAHFUZ’DAKİ KUR’AN
Hadis-i şeriflerde yedinci kat semada olduğuna işaret edilen Levh-i Mahfuz, her şeyin aslının yazılı olduğu büyük kader kitabıdır. Bu itibarla Kur’an’ın da aslı Levh-i Mahfuz’da olup ayetler bize bunu şöyle bildiriyor:
“Bil‘akis o şerefli bir Kur’ân’dır. Levh-i Mahfuz’dadır.” (Buruc, 21-22)
Kur’an’daki tevafukların insan işi olmadığını ve insan fikrinin Kur’an’ın bütün sayfalarında çoklukla bulunan bu tevafukları yapmaktan âciz kalacağını vurgulayan Üstad Bediüzzaman, Tevafuklu Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’da bulunan Kur’an’ın aslına benzediğini şöyle ifade eder:
“Yazdığımız Kur’an’ın parçalarını bir kısım ehl-i kalb (evliyalar) görmüş, Levh-i Mahfuz hattına yakın olduğunu kabul etmişler.” (29. Mektub, 3. Risale)
“Ehl-i kalb bazı kimseler demişler: Bu tarz yazı Levh-i Mahfuz’un yazısına benziyor ve ona yakındır, diye hüküm etmişler.” (Rumuzât-ı Semaniye, 136)
“Asr-ı saadetten beri böyle hârika bir surette mu’cizeli olarak yazılmasına hiç kimse kadir olmadığı halde Risale-i Nur’un kahraman bir kâtibi olan Hüsrev’e “Yaz” emir buyrulmasıyla, Levh-i Mahfuz’daki yazılan Kur’an gibi yazılması…” (11. Şua)
TEVAFUKLAR KUR’AN’IN BİR MUCİZESİDİR
Âyet Berkenar Mucizesi
Kur’an’ın lafızları, manaları mucize olduğu gibi yazısında dahi mucizeleri vardır. Üstad Bediüzzaman Kur’an’ın gözlere hitab eden mucizelerinin de bulunduğunu şu ifadelerle anlatır:
“Ayrı ayrı insanlara, kırk yönden Kur’an-ı Hakîm mucizeliğini gösterir veya mucizeliğinin varlığını hissettirir. Kimseyi mahrum bırakmaz. Hattâ yalnız gözü bulunan kulaksız, kalbsiz, ilimsiz tabakasına karşı da, Kur’anın bir nevi mucizelik alâmeti vardır.” (Mektubat, 19. Mektub, 18. İşaret)
Yazısındaki mucizelerin birincisi bütün sayfalarının ayetle başlayıp ayetle bitmesi anlamına gelen “âyet berkenar” mucizesidir. Kur’an’daki ayetlerin uzunlukları farklı farklıdır. Tek kelimelik, birkaç kelimelik ayetler olduğu gibi, yarım sayfalık hatta bir sayfalık ayetlere kadar pek çok uzunlukları vardır. Buna rağmen hiçbir sayfanın sonunda bir ayet bölünerek diğer sayfaya geçmez. Muhakkak sayfa ile beraber ayet de sona erer. Kur’an’ın ayet-berkenar denilen bu özelliği onun bir mucizesidir. Çünkü sayfa ölçüsü ancak Kur’an’dan alındığında zaman bu harikalık ortaya çıkmıştır. Kur’an’ın en kısa suresi olan İhlas Suresinin bir satırlık uzunluğu satır genişliği için, en uzun ayet olan ve bir sayfa tutan Müdayene Ayetinin (sh. 47) boyu sayfa boyu için ölçü alındığında bütün sayfalar ayetle başlayıp ayetle bitmektedir. Günümüzde Mushaflar bu ölçü ile yazılmaktadır.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri “Ayet Berkenar” denilen bu özelliğinin Hâfız Osman Efendi’nin kendi hüneri olmadığını ve kur’an’a ait bir meziyet olduğunu şöyle vurgular:
“İkinci Nükte: Kur’an-ı Hakîm’in umum sahifeleri âhirinde âyetler tamam oluyor (ayet berkenar), …bunun sırrı şudur ki: Ayetlerin en büyüğü olan “Müdayene” âyeti, sahifeler için; ve Sure-i İhlas ve Kevser, satırları için bir ölçü alındığından, Kur’an-ı Hakîm’in bu güzel meziyeti ve mucizelik alâmeti görülmektedir. Demek bu hüner Kur’anındır. Yoksa Hâfız Osman gibi zâtların değil. Çünki bu vaziyet, (Kur’an’ın) âyetinden ve suresinden ortaya çıkmıştır.” (Barla Lahikası, 316)
Kayışzade Hafız Osman Efendi, Osmanlı’nın son döneminde İstanbul’da yaşamış ehl-i kalb bir hattattır. Bütün ömrünü Mushaf yazmakla geçirmiş ve tam 107. Mushaf’ını yazarken 1895 yılı Ramazan’ında vefat ederek Merkezefendi Kabristanı’na defnedilmiştir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri Kur’an’a ait bu ölçünün İlâhî bir ilham eseri olarak bulunduğuna işaretle şöyle der:
“(Hafız Osman ölçüsü ile) neşredilen ve basılan Kur’anlar da ilham-ı İlahî ile olduğundan; Kur’an-ı Hakîm’in nakşında ve yazısında, bir nevi mucizelik alâmeti var.” (Mektubat, 19. Mektub 18. İşaret)
Hafız Osman’ın keşfettiği bu mucizeli ölçü sayesinde Kur’an’ın hakiki sayfa düzeni bulunmuştur ve artık her sayfanın bitişinde ayetler de sona ermekte ve diğer sayfaya bölünerek geçmemektedir. Bu sayfa ölçüsü bütün İslam Dünyası’nda büyük bir beğeni ve rağbet görerek artık hemen tüm Mushaflar bu ölçü ile yazılmaktadır.
Tevafuk Mucizesi
Kur’an’ın yazısındaki diğer bir harikası ise Tevafuk mucizesidir. Tevafuk birbirine denk gelme veya uygun olma manasındadır. Tüm Kuran’da bulunan 2806 adet Allah lafzı ve 846 adet Rab lafızlarının neredeyse tamamı ile aynı kökten gelen bir kısım kelimeler bütün sayfalarda çok kesretli bir şekilde tevafuk ederek bu mucizeyi gözlere göstermektedir.
Tevafukların mucize oluşunun dayandığı en sağlam temel, Kur’an’ın bahsi geçen âyet ber kenar sayfa düzeninin hiç değiştirilmeden ortaya çıkmış olmasıdır. Üstad Bediüzzaman bunu şöyle vurgular:
“Hâfız Osman hattıyla (yazmasıyla) matbu’ Kur’ân’da ne gibi meziyetler görünse kâtiblerin ve çoğaltanların hüneri olamaz. Doğrudan doğruya Kur’ânın meziyetleridir. Çünkü …Madem Kur’ân’ın âyet ve suresinin ölçüsüyle olmuştur. O hatta ne kadar meziyetler varsa doğrudan doğruya Kur’ân’a aittir.” (Rumuzat-ı Semaniye, 14)
“Sahife ve satırlarını değiştirmedik. Yalnız biz tanzim ettik (düzenledik). O tanzimden hârika bir tevafuk göründü.” (29. Mektub, 3. Risale)
Ayrıca şunu da söyleyebiliriz: Kur’an’daki bütün Allah lafızlarının alt alta gelmesi bunların Allah’ın ilminden geldiğini gösterir. Çünkü Kur’an’da İslam dininin, iman, ibadet ve ahlak prensipleri ve geçmiş peygamberlerin kıssaları, ahretin halleri gibi hadsiz ilimler yer alıyor.
Şimdi bir düşünelim. Bir yandan bu konular işlenecek ve bir yandan her sayfada Allah kelimeleri hep alt alta gelecek! Bu harika vaziyeti, Kur’an’ı yazan insanlar kendileri yapmış olamaz. Kur’an-ı Kerim’in nazil oluşundan asırlar sonra keşfedilmiş olan bir sayfa ölçüsü ile bu tevafuklar ortaya çıkıyor ve yazan zatın bundan haberi de olmuyor.
Ta ki Hattat Hafız Osman’ın vefatından kırk elli sene sonra Üstad Bediüzzaman Hazretleri tarafından keşfedilerek onun emri ile talebesi tarafından yeniden düzenlenip kemale erdiriliyor ve kırmızı renkle yazılarak tevafuklar görünür hale getiriliyor.
Bediüzzaman Hafız Osman’ın Mushafında gördüğü tevafuklardan şöyle bahsediyor:
“Kardeşlerimle (Hafız Osman tarzı) üç dört ayrı ayrı nüshaları karşılaştırdık. Hepsinde tevafuk matlub olduğuna kanaatimiz geldi. Yalnız matbaa müstensihleri başka maksadları takip ettiklerinden bir derece tevafuklarda intizamsızlık düşmüş. Düzenlense pek nadir istisna ile Kur’ân’ın tamamında iki bin sekiz yüz altı 2806 Allah lafzının adedinde tevafuklar görünecektir.” (Rumuzât-ı Semaniye, 63)
Buradan anlaşılan şudur ki, Kur’an’daki tevafuklar, kısmen düzensiz olmakla birlikte Üstad’ın keşfinden yarım asır evvel zaten ortaya çıkmış, fakat gizli kalmıştı.
Bediüzzaman Hazretleri, tevafuğun Kur’an’ın gözlere hitab eden bir mucizesi olduğunu Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde vurgular:
“Kur’an-ı Hakîm’in nakşında ve o hattında, bir nevi alâmet-i i’caz işareti var. Çünki o vaziyet, ne tesadüfün işi ve ne de fikr-i beşerin düşünüşüdür. Fakat bazı inhiraf var ki, o da tab’ın noksanıdır ki; tam muntazam olsaydı, kelimeler tam birbiri üzerine düşecekti.” (Mektubat, 19. Mektub, 18. İşaret)
“Lafzullah’ı kırmızı ile yazdırdık, gören “Kur’an’ın i’cazını (mucizeliğini) gözümle görebiliyorum” diyebilir. İnşâallah bu cüz’-i mucizelik, Kur’an yazısını muhafaza edecek, tahriften kurtaracak.” (Barla Lahikası, 322)
“Bunda bir mucizelik ışığı parlıyor. Çünkü insan fikri bu pek geniş sahifeyi ihata edemez (kuşatamaz) ve karışamaz. Tesadüfün ise bu manalı ve hikmetli hâle eli ulaşamaz.” (Rumuzât-ı Semaniye, 63)
—
ULUED